İstanbul’un Fethi ve Asker Akşemseddin
İstanbul’un fethi konuşulmaya başlandığında hiç şüphesiz Fatih Sultan Mehmet’in yanında hocası Akşemseddin Hz. varlığına ve önemine değinilmeden geçilemez. İstanbul’un Fethi incelenmeye başlanıldığında ise Akşemseddin Hz.’nin 2 ayrı kişilik olarak ortaya çıktığı görülmektedir.
İlk anlatımda Akşemseddin Hz.’nin dini yönleri öne çıkarılmakta, asker üzerindeki ruhani güçlerinden bahsedilmekte, doğaüstü bir konuma yerleştirilmektedir. Ancak bunun bilimsel bir açıklaması yoktur.
Dolayısıyla, bu anlatım bilimsel olmaktan ziyade metafizik içeriğiyle ön plana çıkmaktadır. İstanbul’un fethini tarih biliminin inceleme nesnesi olarak ele alan diğer anlatımda Akşemseddin, fetihle sonuçlanan süreçte yaşanan askeri, siyasi ve yönetsel nitelikli çekişmelerde aktif bir aktör olarak konumlandırmaktadır. Çalışmada da Akşemseddin’in İstanbul’un fethindeki rolünün bu yönü
itibarıyla incelenmesi amaçlanmıştır.
İstanbul’un fethi Türk tarihi olduğu kadar dünya tarihi açısından da
önemli bir olaydır. Bu fetihle birlikte bin yıldan fazla bir süredir hayatını
sürdürmekte olan Doğu Roma İmparatorluğu tarihe karışırken Osmanlı
Devleti açısından yeni bir dönemin kapıları açılmıştır. İstanbul’un alınmasını
takip eden dönemde Osmanlı Devleti, siyasi ve ekonomik anlamda gücünü
giderek artırmış ve 16. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Akdeniz havzasının
tartışılmaz hâkimi olarak dünya siyasetinin önde gelen aktörü haline gelmiştir.
İstanbul’un fethi dendiğinde Fatih Sultan Mehmet ile birlikte anılan
isimlerin başında asıl adı Muhammed olan Akşemseddin2 gelmektedir. Fethi
konu edinen eserler incelendiğinde, Akşemseddin’e ilişkin birbirinden farklı
iki anlatımı ayırt etmek mümkündür. Akşemseddin’i fethi önceden haber
veren ve kuşatma esnasında askerin maneviyatını artıran faaliyetlerde bulunan
dinen ulu bir şahsiyet olarak ön plana çıkaran anlatım, onu doğaüstü bir
konuma yerleştirmekte ve böylece fetih sürecinde yapıp ettiklerinin akılla
kavranamayacağına göndermede bulunmaktadır. Bu anlatım bilimsel
olmaktan ziyade metafizik içeriğiyle ön plana çıkmaktadır.
İstanbul’un fethini tarih biliminin inceleme nesnesi olarak ele alan
diğer anlatımda Akşemseddin, fetihle sonuçlanan süreç boyunca yaşanan
askeri, siyasi ve yönetsel nitelikli çekişmelerde aktif bir aktör olarak
konumlandırılmaktadır. Çalışmada da Akşemseddin’in İstanbul’un fethindeki
rolünün bu yönü itibarıyla incelenmesi amaçlanmıştır.
Konuya ilişkin olarak benimsenen bu yaklaşım, Akşemseddin’i bu
süreçte doğaüstü bir konum temelinde ele alan çalışmaların kapsam dışı
bırakılmasını gerektirmektedir. Bundan ötürü fethin yaşandığı dönemi
bilimsel olarak inceleyen çalışmalar temel başvuru kaynağı haline
gelmektedir. Bu çalışmalar üzerinde yapılan bir tarama, iki kaynağı diğerlerine
nazaran ön plana çıkarmaktadır. Bu çalışmalar, Halil İnalcık’ın “Fatih Devri
Üzerinde Tetkik ve Vesikalar” isimli eseri ile Ali İhsan Yurd ile Mustafa
Kaçalin tarafından hazırlanan “Akşemseddin Hayatı ve Eserleri” isimli eserdir.
Öte yandan Yurd ile Kaçalin’in eseri, Akşemseddin’in yaşamı ve eserleri
üzerine bugüne kadar yapılmış en kapsamlı çalışma olma özelliği taşımaktadır.
Akşemseddin’in yaşamını konu edinen ilk müstakil eser olma özelliği taşıyan
Emir Hüseyin-i Enisi’nin “Manakib-i Akşemseddin” isimli çalışmasına da yer
veren bu eser, dönemi konu edinen diğer birincil kaynaklardan da yararlanarak
Akşemseddin’e ilişkin bütünlüklü bir bakış açısı ortaya koymaktadır.
Akşemseddin’in fetih sürecinde oynadığı rolü tarihsel bir yaklaşım
temelinde ele alan bir çalışmanın, sadece fetih esnasında yaşanan olaylardan
hareketle bir analiz yapması beklenemez. Bundan ötürü öncelikle çalışmanın
ilk bölümünde, Akşemseddin’i İstanbul’un fethine bağlayan ilişkiler ağı
incelenmiştir. Bu bir bakıma Akşemseddin’in Osmanlı Devleti ile kurmuş
olduğu ilişkilerin bir bütün olarak incelenmesi anlamına gelmektedir. Bu
inceleme dönemin koşulları çerçevesinde Fatih Sultan Mehmet ile
Akşemseddin arasındaki ilişkinin istisnai bir nitelik taşımadığını, Osmanlı
Devleti’nin kuruluşundan itibaren gözlemlenen siyaset ve tasavvuf kurumları
arasındaki yakın ilişkinin bir yansıması olduğunu ortaya koymaktadır.
İstanbul’un fethine giden süreçte Osmanlı yönetim katında fetih
meselesi üzerinden bir iktidar mücadelesi yaşanmıştır. Dolayısıyla, fetih
sürecinde Akşemseddin’in yapıp ettiklerini yaşanan iktidar mücadelesinden
soyutlayarak değerlendirmek mümkün değildir. Bu bağlamda çalışmanın
ikinci bölümünde, dönemin iktidar mücadelesi dikkate alınarak
Akşemseddin’in yapıp ettikleri fetih öncesi ve sonrası olmak üzere iki ana
başlık altında analiz edilmiştir. Bu analiz, siyaset ve tasavvuf kurumları
arasındaki yakın ilişkiye göndermede bulunan ilk bölümü desteklediği gibi
çalışmanın sonuç bölümünde Akşemseddin’in İstanbul’un fetih sürecinde
oynadığı role ilişkin yeni bir öneride bulunulmasını sağlamıştır.
I. Akşemseddin’i İstanbul’un Fethine Bağlayan İlişkiler Ağı:
Siyaset ve Tasavvuf
1390 yılında Şam’da doğan Akşemseddin’in baba tarafından soyu
İslam Devleti’nin ilk halifesi olan Hz. Ebubekir’e dayanmaktadır. Yedi
yaşlarında ailesiyle birlikte günümüzde Samsun ilinin sınırları içerisinde kalan
Kavak ilçesine gelir (Köprülü ve Uzun, 1989:300). Bu tarihten 1417 yılında
Hacı Bayram Veli ile tanışmasına kadar geçen yaklaşık 20 yıllık dönem
hakkında kaynaklarda net bir bilgi yer almamaktadır. Bu döneme ilişkin olarak
elimizdeki en önemli bilgi, medrese eğitimini tamamlamış olması ve ardından
Osmancık Medresesi’ne müderris olarak tayin edilmiş olmasıdır (Yurd ve
Kaçalin, 1994:17). Ancak, hangi tarihler arasında hangi medreselerde eğitim
gördüğü ve Osmancık Medresesi’ne ne zaman atandığına ilişkin kaynaklarda
bir kayda rastlanmamıştır. Bununla birlikte Cebecioğlu, Hacı Bayram Veli ile
tanıştığı tarihte 27-28 yaşlarında olmasından hareketle oldukça kısa bir süre
müderrislik yaptığını ileri sürmüştür (Cebecioğlu, 1989:135).
Hacı Bayram Veli ile tanışması Akşemseddin’i İstanbul’un fethine
bağlayan ilişkiler ağının ilk adımıdır. Bayramilik adıyla bilinen tarikatın
kurucusu olan Hacı Bayram Veli, 1340’lı yıllarda Ankara’da doğmuştur
(Cebecioğlu, 2013:9). Medrese eğitimini tamamlamasının ardından Ankara
Kara Medresede müderris olarak çalışmaya başlamıştır. 1393 ya da 1394
yılında Kayseri’ye giderek halk arasında Somuncu Baba olarak da bilinen Ebu
Hamidüddin Aksarayi’ye bağlanmış ve böylece tasavvuf alanına adım atmıştır
(Cebecioğlu, 1989:91-92). 1400 yılından önce Hacı Bayram Veli’nin Ebu
Hamidüddin Aksarayi ile birlikte Osmanlı Devleti’nin başkenti Bursa’ya
geldiği ve burada müderrislik yaptığı bilinmektedir (Cebecioğlu, 2013:11).
Yıldırım Bayezid’in damadı Emir Sultan da aynı dönemde Bursa’da
bulunmaktadır ve Cebecioğlu çalışmasında Hacı Bayram, Emir Sultan ve Ebu
Hamidüddin arasında yakın bir ilişki olduğunu ifade etmektedir (Cebecioğlu,
1989:93). Bursa’dan hocası ile birlikte ayrılan ve hac vazifesini yerine
getirdikten sonra Aksaray’a yerleşen Hacı Bayram, hocasının 1412 yılında
vefatının ardından Ankara’ya dönmüş ve kendi tasavvuf ekolünü kurma
çalışmalarına başlamıştır (Yurd ve Kaçalin, 1994:21-22).
Bayramilik adı verilen tarikat kurulmasını takip eden kısa bir dönem
içerisinde halk arasında hızlı bir şekilde yayılmış ve Osmanlı Devleti’nin
dikkatini çekmiştir. Fetret devrini yeni atlatmış ve iç karışıklıklardan bunalmış
olan Osmanlı yönetimi, Hacı Bayram’ı Edirne’ye davet ederek etkisini giderek
artıran bu hareketin kendi açısından değerlendirmesini yapmak istemiştir
(Cebecioğlu, 2013:25-26). 1421 yılında gerçekleşen bu ziyaret neticesinde,
Hacı Bayram Veli ile dönemin padişahı II. Murad arasında yakın ilişkiler
kurulmuştur. Hacı Bayram Veli adına tesis edilen vakıflar ve öğrencilerine
tanınan vergi muafiyeti kurulan yakın ilişkilerin göstergesi niteliğindedir. Bu
ziyaretin bir diğer önemli yanı ise, Akşemseddin’in de Hacı Bayram Veli’ye
eşlik etmesi ve böylece Akşemseddin ile Osmanlı Devleti arasındaki ilk
temasın kurulmuş olmasıdır (Cebecioğlu, 1989:112).
Buraya kadar anlatılanlar Akşemseddin’i İstanbul’un fetihne götüren
ilişkiler ağı hakkında önemli ipuçları barındırmaktadır. Bunların başında da
Emir Sultan, Hacı Bayram gibi dönemin ileri gelen sufileri ile Osmanlı Devleti
yöneticileri arasındaki yakın ilişki gelmektedir. Bu bağlamda ilgili yazında
Fuad Köprülü ile Ömer Lütfi Barkan tarafından yapılan açıklamalar,
incelememize konu ilişkiler ağının anlamlandırılması için önemlidir. Fuad
Köprülü Osmanlı Devleti’nin kuruluş meselesi üzerine ciddiyetle eğilmiş ve
bu konuya ilişkin olarak kabul gören yaygın kanaati yaptığı bilimsel
çalışmalarla ortadan kaldırmıştır. Yaygın kanaate göre, Osmanlı tarihi bir göç
hikayesiyle başlamakta ve dört yüz çadırlık bir aşiretten imparatorluğa doğru
giden yol dış faktörler üzerinden açıklanmaktadır. Bu açıklama 13. yüzyıl
Anadolusunda Türklerin büyük bir devlet kurabilecek altyapıya sahip
olmadığı kabulüne dayanmaktadır. Dolayısıyla devreye dış faktörler olarak
Osmanlılaşmış Rumlar ve Bizans İmparatorluğu girmektedir (Köprülü,
2015:51-62). Fuad Köprülü ise, Osmanlı Devleti’nin kuruluş meselesine
“biraz geriden ve ilmi bir gözle” bakmıştır. Geriden bakarak Selçuklu
dönemini, ilmi bir gözle de birincil kaynakları analize dahil etmiştir
Selçuklulardan itibaren Anadolu topraklarına doğru hızlanan göç
hareketinin başıboş olmaktan öte sistematik bir iskan ve kolonizasyon işi
olduğu Köpürülü’nün analizinin önemli tespitleri arasında yer almaktadır.
Sistematik bir iskan ve kolonizasyon hareketi neticesinde uç bölgeleri de dahil
olmak üzere Anadolu toprakları “Türk-İslam coğrafyasından ulema, şeyh ve
zanaat sahibi her türlü muhacir kafileyi” kendine çekmeyi başarmıştır
(Barkan, 2002:34). Bu analiz Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu, temelini
Selçuklularda bulan bir süreç üzerinden açıklamaktadır. Köprülü’nün
analizinin konumuz açısından asıl önemi ise, Anadolu’daki dini ve sosyal
hareketlerin bu süreçteki oynadıkları role yaptığı vurgudur. (Köprülü,
2015:128-133).
Ahilik, Gaziyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum gibi adlarla anılan
organizasyonlar Köprülü ve Barkan’ın dikkat çektiği dini ve sosyal
hareketlerin önemli aktörleridir. Köprülü tarafından müslüman mistik
tarikatları olarak adlandırılan bu organizasyonların ortaya çıkış sürecinde Orta
Asya’dan gelen akınlar ile Türk Moğol şamanizminin etkileri bulunmaktadır
(Barkan, 1974:34-35). Yerleşim bulunmayan bölgeleri kendilerine yurt
edinen, bu bölgelerde tarım ve hayvancılıkla uğraşan, yolların emniyetini
sağlayan ve yolculara çeşitli hizmetler sunan bu organizasyonlar Anadolu’nun
iskan ve kolonizasyonunda önemli roller üstlenmişlerdir (Köprülü, 2015:134-
146). Bu durum dönemin yönetim yapıları ile bu organizasyonların yakın ilişki
içerisinde olmasını sağlamıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren de
bu yakın ilişkiyi gözlemlemek mümkündür. Osman Gazi’nin Ahi
teşkilatlanmasının önde gelen liderlerinden Şeyh Edebali ile akrabalığa varan
ilişkisi, Orhan Gazi ile Geyikli Baba arasındaki münasebet, I. Murad’ın
sultanlığı yanı sıra Ahi teşkilatının reisi olması, iki kurum arasındaki yakın
ilişkinin örnekleridir. Emir Sultan ile Yıldırım Bayezid ve Hacı Bayram Veli
ile II. Murad arasındaki ilişkileri de diğerlerinden ayrı değerlendirmek
mümkün değildir.
Neticede Akşemseddin’i İstanbul’un fethine bağlayan ilişkiler ağı
Köpürülü ve Barkan’ın sunduğu çerçeve içerisinde anlam kazanmaktadır.
Akşemseddin de Anadolu’nun iskan ve kolonizasyonunda önemli roller
üstlenmiş olan tasavvuf3 kurumunun bir temsilcisi konumundadır. Bu
kurumun temsilcileri kendilerini ait oldukları toplumdan soyutlamadıkları gibi
ilgi alanlarını sadece din işleriyle sınırlandırmamışlardır. Sahip oldukları
misyon nedeniyle siyaset kurumu ile yakın ilişkiler içerisinde olagelmişlerdir.
İşte Akşemseddin ile Fatih Sultan Mehmet arasındaki ilişki de iki kurum
arasındaki yakın ilişkinin örneklerinden biridir. Devam eden bölümlerin
konusunu da bu yakın ilişkinin bir örneği olarak Akşemseddin’in fetih
sürecinde oynadığı rolün analiz edilmesi oluşturmaktadır.
II. İstanbul’un Fethi’nde Akşemseddin
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetme isteğinin arka planında
biri siyasi diğeri ise dini olmak üzere iki temel güdü bulmak mümkündür. Dini
güdü kaynağını doğrudan İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in İstanbul’un
fethi üzerine söylemiş olduğu rivayet edilen hadislerden almaktadır. Bu
hadislerin en bilineni, İstanbul’u fethedecek komutanın ve ordunun övüldüğü
hadistir.4 Din temelli bu güdülenme verili bir özellik taşımakta ve tarih
boyunca sadece Fatih Sultan Mehmet için değil İstanbul’u kuşatan diğer
müslüman yöneticiler için de bir teşvik unsuru olagelmiştir. İslami gaza ve
cihad geleneği bağlamında anlam kazanan bu güdülenmeyi fetih sonrasında
yazılan fetihnamelerden izlemek mümkündür. Bu metinlerde Fatih,
hadislerdeki mucizeyi gerçekleştiren sultan olarak nitelenmekte ve İstanbul’un
fethi ile İslami gelenekten kaynaklanan büyük bir hedefe ulaşıldığının mesajı
verilmektedir (Emecen, 2007:85). Konumuz açısından asıl öneme sahip güdü
ise, siyasi nitelik taşımaktadır.
Yıldırım Bayezid’ın Timur karşısında Ankara Savaşı’nı
kaybetmesinin ardından Osmanlı Devleti “Fetret Devri” adı verilen bir
döneme girmiştir. Yıldırım Bayezid’ın oğulları arasında taht mücadelelerine
ve yoğun iç karışıklıklara sahne olan bu dönem, Çelebi Mehmed’in diğer
kardeşlerine üstünlük sağlamasıyla son bulmuştur (İnalcık, 2006:24-25).
Ancak bu dönemin İstanbul’un fethine kadar devlet yönetimini sürekli meşgul
eden önemli bir mirası olmuştur; “Düzmeler Meselesi.” İnalcık’a göre,
Yıldırım Bayezid’den İstanbul’un fethine kadar Osmanlı tarihinde düzmeler
meselesi oldukça önemli bir yere sahiptir. Bizans İmparatorluğu Osmanlı
tahtında hak iddia eden bu kişilere sahip çıkmakta ve kendi çıkarları
çerçevesinde Osmanlı Devleti’ne karşı kullanmaktadır (İnalcık, 2014:71-72,
134). Öte yandan, İstanbul’un dört bir tarafı Osmanlı topraklarıyla kuşatılmış
durumdadır ve bu haliyle devletin toprak bütünlüğünü tehdit etmektedir.
Bununla birlikte, Bizans İmparatorluğu doğu hristiyanlığının son kalesi
düşüncesini işleyerek Avrupa devletlerini Osmanlı Devleti’ne karşı Haçlı
Seferleri düzenlemeleri konusunda teşvik etmektedir (İnalcık, 1987:119).
Fethin hemen öncesinde gerçekleşen 1444 tarihli Varna Savaşı ile 1448 tarihli
II. Kosava Savaşı bu tespiti doğrulayan güncel örneklerdir.
Siyasi güdülenmenin bir diğer boyutu da Fatih Sultan Mehmet’in
İstanbul’un fethini devlet üzerindeki mutlak otoritesini sağlamanın bir aracı
olarak görmesidir. II. Murad, devlet işlerini büyük ölçüde Sadrazam Çandarlı
Halil Paşa’ya havale etmiş ve bu sayede Çandarlı, devlet üzerinde önemli bir
otorite tesis etmiştir (İnalcık, 2014: 83). Bu otorite, Varna Savaşı sonrasında
II. Murad’ın tekrar tahta geçmesinde oldukça etkili olmuştur (İnalcık,
2014:82). Danişmend’in aktardığı rivayete göre, II. Mehmed, tahttan
uzaklaştırılmasının arkasında Çandarlı’nın olduğunu düşünmektedir
(Danişmend, 1953:11-12). Hatta bu durumun Fatih’te Çandarlı’ya karşı bir
kinin oluşmasına sebep olduğu ve fetih sonrasında idam edilmesinde etkili
olduğu ifade edilmiştir (Danişmend, 1953:12). Konuyla ilgili çalışmasında
Ocak, Çandarlı’nın nüfuzunu kırma isteğinin yanı sıra Fatih’in İstanbul’un
fethinden sonra izlediği siyasete atıfla (özellikle de Roma İmparatorluğu’nun
varisi olma hedefine işaret ederek) “dünyaya hakim olma, dünyayı kendi
buyruğuna amade kılma” isteği ile de yakından ilgili olabileceğini ifade
etmiştir (Ocak, 2007:48-49).
Sonuç itibarıyla, Fatih’in devlet üzerinde tam manasıyla hâkimiyet
kurmak ve bunun için de Çandarlı’nın şahsında somutlaşan hanedan dışı
iktidar odağını bertaraf etmek istediği ve bu bağlamda İstanbul’un fethini de
zaruri gördüğü ileri sürülebilir. Fetihle sonuçlanacak bu süreçte Akşemseddin
nerede yer almaktadır ve nasıl bir rol oynamaktadır? Akşemseddin’in bu
süreçteki rolü fetih öncesinde ve sırasında olmak üzere iki başlık altında ele
alınabilir.
A. Fetih Öncesinde Akşemseddin
İstanbul’un fethi konusunda Osmanlı yönetiminde birbiriyle rekabet
halinde olan iki klikten bahsetmek mümkündür. Sadrazam Çandarlı Halil
Paşa’nın öncülüğünü yaptığı klik, büyük bir haçlı seferini kışkırtma tehlikesi
içermesi nedeniyle İstanbul’un fethine karşı çıkmaktadır (İnalcık, 2014:87).
Fatih Sultan Mehmet’in başında yer aldığı klik ise, mutlak surette fetih
düşüncesini savunmaktadır (İnalcık, 2014:87-88). İstanbul’un fethi meselesi
üzerinden gündeme gelen bu fikri ayrılığın temellerini Fatih’in ilk saltanat
dönemine kadar götürmek mümkündür.
Varna Savaşı’ndan önce iki önemli olay yaşanmıştır. Bunlardan ilki,
Sırp ve Macar ordularının Rumeli’de Osmanlı topraklarına saldırması ve
Karamanoğlu Beyliği’ne yapılan seferden dönen ordunun yeni bir savaşa
girme konusunda gösterdiği isteksizlik nedeniyle İzladi savaşının
kaybedilmesidir (Uzunçarşılı, 2015:422). Devlet yönetimi açısından gündeme
gelen bu krizi aşmak adına II. Murad babası Çelebi Sultan Mehmed’in barışçı
siyasetine dönmüş ve büyük toprak parçaları karşılığında düşmanla anlaşmaya
varmıştır (İnalcık, 1987:61). Diğer bir önemli olay ise, II. Murad’ın büyük
oğlu ve tahtın varisi konumunda olan şehzade Alaeddin’in ölümüdür (İnalcık,
2014:58-59). Şehzade Alaeddin’in ölümü II. Murad’ı derinden etkilemiş ve
düşmanla yaptığı barış anlaşmasının ardından devlet yönetiminde yeniden
tesis edilen istikrarla birlikte şehzade Mehmet lehine tahtından feragat etmiştir
(Uzunçarşılı, 2015:430-431). Böylece, 1444 yılının Ağustos ayında II.
Mehmed 12 yaşında ilk kez tahta çıkmıştır (İnalcık, 1987:65).
Sadrazam Çandarlı Halil Paşa görevini muhafaza etmekle birlikte
yeni padişahın yanında Zağanos Paşa, Şahabeddin Şahin Paşa ve Nişancı
İbrahim gibi asker kökenli yöneticiler bulunmaktaydı. Bu yöneticiler ülkenin
sınır (uç) bölgelerinde görev yapmışlar ve asker kökenli olmalarının da
etkisiyle gaza ve fütühatı temel alan bir siyaset taraftarıydılar. (İnalcık,
2009:107). Asker kökenli olmayan ve kadılıktan gelen Çandarlı ise barış
yanlısı bir siyasetin devletin çıkarlarına daha uygun olduğunu düşünmekte ve
fethi temel alan bir siyaseti dışlamaktadır (İnalcık, 1987:82, 88). Devlet
yönetiminde yaşanan bu fikri ayrılık Varna Savaşı sırasında net bir şekilde
ortaya çıkmıştır. Düşmanın saldırı haberinin alınmasının ardından yeni
padişahın yanında yer alan yöneticiler hemen sefere çıkılması gerektiğini ifade
etmişlerdir (İnalcık, 2014:73). Bu düşüncenin arka planında bu olayı yeni
padişahın otoritesinin tesis edilmesi için bir fırsat olarak değerlendirmek
istemeleri yatmaktadır. Çandarlı’nın önderliğini yaptığı klik ise, eski padişah
II. Murad’ın ordunun başına geçmesini teklif etmiş ve bu teklif kabul
edilmiştir (İnalcık, 1987:71). Bu durum Çandarlı’nın devlet yönetimindeki
etkin konumunu göstermesi bakımından önemlidir.
II. Murad kendisine yapılan teklifi kabul ederek ordunun başına
geçmiş ve Varna ovasında parlak bir zafer kazanmıştır. Bu zaferle birlikte
Çandarlı’nın II. Murad’ı tekrar tahta çıkarmak için yoğun bir çaba içerisinde
olduğu görülmektedir (Uzunçarşılı, 2015:439). Çandarlı bu çabasında başarılı
olmuş ve 1446 yılında patlak veren Yeniçeri İsyanı sonrasında II. Murad tekrar
tahta çıkmıştır (İnalcık, 2006:28).
Babasının ölümü üzerine 1451 yılında tekrar tahta çıkan II. Mehmet,
Manisa’da geçirdiği ikinci şehzadelik döneminde başta Zağanos Paşa olmak
üzere yakınında yer alan yöneticilerin tesir ve telkinleriyle fethe dayalı bir
siyaset anlayışı benimsemiştir (İnalcık, 1987:111). Bu siyasetin ilk hedefi de
İstanbul’un fethidir ve Fatih bu düşünce üzerinde “fikir birliği sağlamak ve
müttefikan kati bir karara varmak üzere” 1452 yılında devlet ileri gelenleri ile
ulemanın da katıldığı bir toplantı tertip etmiştir (İnalcık, 1987:125).
Akşemseddin fetih öncesindeki önemli rolünü bu toplantı esnasında
oynamıştır.
Fatih toplantının başlangıcında İstanbul’un fethinin devletin geleceği
açısından zaruriyetini ortaya koyan bir konuşma yapmış ve ardından tüm
katılımcıların bu konuya ilişkin fikirlerini serbestçe dile getirmelerini talep
etmiştir (İnalcık, 2014:128). Buna göre, genç padişahın yanında yer alan ve
fethe dayalı siyasetin destekçisi konumunda bulunanlar bu düşünceyi
desteklerken, Çandarlı kliği içerisinde yer alan bir grup yönetici ise, kalenin
dayanıklılığını ileri sürerek padişahın düşüncesinin karşısında yer almışlardır
(İnalcık, 1987:126).
Toplantı esnasında Akşemseddin’in oynadığı rol hakkında Enisi’nin
“Manakib-i Akşemseddin” isimli eserinde detaylı bilgilere ulaşmak
mümkündür. Buna göre, toplantı esnasında söz alanlardan bir kişi, İstanbul’un
İslam Peygamberi döneminden itibaren kuşatıldığını ve bunların dahi başarılı
olamadığını ifade etmiş ve peygamberin bir hadisine atıf yaparak bu fethin
ancak Mehdi tarafından gerçekleştirilebileceğini ileri sürmüştür. Bu görüşe
karşı olarak Akşemseddin, İstanbul’un Mehdi tarafından fethi meselesinin
gelecek dönemle ilgili olduğunu ifade etmiş ve şehrin öncelikle II. Mehmet
tarafından fethedileceğine olan inancını dile getirmiştir (Enisi’den aktaran
Yurd ve Kaçalin, 1994:134). Buradan toplantıda fetih üzerine dini içerikli
tartışmaların gündeme geldiği anlaşılmaktadır. Çandarlı kliğinde yer alması
muhtemel bir ulemanın dini referansla fethe karşı çıkmasına, Akşemseddin
aynı yöntemle cevap vermiş ve fetih taraftarı olan başta Padişah olmak üzere
diğer kliğin elini kuvvetlendirmiştir. Neticede, II. Mehmet toplantı sonunda
fetih konusundaki kararlılığını bir kez daha dile getirmiş ve bu sefer toplantıya
katılanların tümü fetih düşüncesi etrafında birleşmiştir (İnalcık, 1987:126).
Fetih öncesinde yaşanan bu olay, Akşemseddin’in fethin arka
planında yer alan dini güdünün harekete geçirilmesi bakımından oynadığı role
işaret etmektedir. Fetih öncesi hazırlıkların sorunsuz bir şekilde yapılması ve
buna bağlı olarak başarılı bir fetih organizasyonu için gerekli olan yönetim
düzeyindeki fikri beraberlik böylece sağlanmıştır. Akşemseddin, Çandarlı
kliğinin dini referanslı karşı çıkışını bertaraf ederek bu birliğin sağlanmasında
önemli bir katkı sunmuştur.
B. Fetih Sırasında Akşemseddin
1452 yılını kuşatma için hazırlıklarla geçiren II. Mehmet, 6 Nisan
1453 günü İstanbul’u kuşatmıştır (Uzunçarşılı, 2015:468-469). 29 Mayıs günü
fetihle sonuçlanacak kuşatma sürecinde iki dönüm noktasından bahsetmek
mümkündür. Akşemseddin bu iki dönüm noktasında da önemli roller
üstlenmiştir.
İstanbul’u daha önce kuşatan komutanların stratejilerini inceleyen
Fatih, karadan yapılan bir kuşatmaya denizden destek sağlanmadığı takdirde
şehrin alınamayacağına kanaat getirmiştir. Bundan ötürü, Gelibolu’daki
tersanalerde kuşatma sırasında kullanılmak üzere gemi yapımına ağırlık
verilmiş ve Baltaoğlu Süleyman Paşa komutasındaki 147 savaş gemisinden
oluşan Osmanlı donanması karadan yapılan kuşatmaya destek vermek üzere
İstanbul’u denizden de kuşatmıştır (Tansel, 1971:50). Kuşatma sırasında
yaşanan ilk dönüm noktası, 20 Nisan 1453 tarihinde buğday yüklü bir Bizans
gemisi ile üç Ceneviz gemisinin Osmanlı donanmasını mağlup ederek Haliç’e
girmeyi başarmalarıdır (Uzunçarşılı, 2015:477). Bu durum Bizans cephesinde
büyük bir ümide yol açmış ve bu gemilerin Avrupa’dan gelmekte olan büyük
Haçlı ordusunun öncüsü olduğu dedikoduları yayılmaya başlamıştır. İnalcık,
yaşanan bu olayı kuşatmayı başarısızlığa uğratabilecek çapta bir tehlike olarak
nitelendirmiştir (İnalcık, 1987:127). İşte bu noktada Akşemseddin,
donanmanın mağlubiyeti üzerine padişaha yazdığı mektupla karşımıza
çıkmaktadır.
Topkapı Sarayı Müzesi arşivlerinde bulunan bir sayfa uzunluğundaki
bu mektup, günümüz Türkçesine Halil İnalcık tarafından çevrilmiştir.5
Aşağıda mektubun konumuz açısından önem taşıyan bazı bölümlerine yer
verilmiştir.
“…Düşman gemilerinin neden olduğu olay, yüreğimizde hayli
kırgınlık ve kedere neden oldu, bir fırsat görünürdü,
kaybolduğundan aykırı bazı durumlar kendini gösterdi.
Birincisi, kâfirler sevinip şamata yaptılar… Bu durumda ne
yapmalı: her şeyden önce, görmezden gelme ve acımayı bir
kenara bırakmak gerek. Bunun gibi ağır bir durum ortaya
çıktığında iyi araştırılıp bu aykırılık ve gevşeklik kimden
kaynaklanmıştır ortaya çıkarıp azletme ve ağır şekilde
paylama (ta’zir) uygulamalı… Bu arada hayret edilecek bir şey
oldu: Kederle otururken Kuran’dan tefe’ül ettik, seyidler
sultanı Cafer-i Sadık işareti ile şu ayet geldi; “varmayanların
batını Müslüman değildir, hükm-i münafikinde kâfirle
cehennemde mukim olmakta beraberdir” demek işareti düştü.
Şimdi fetih için harekete geçmeyenler kalplerinde Müslüman
sayılmazlar. O halde işi şiddetlendirme durumu
göründü…(İnalcık, 2010:52-53).”
Mektup bir bütün olarak değerlendirildiğinde iki ana eksen üzerine
kurulmuş olduğu anlaşılmaktadır. Mektubun başlangıcında donanmanın
mağlubiyeti üzerine ortaya çıkan durumun değerlendirmesi yapılmıştır.
Mevcut durum analizi olarak da adlandırılabilecek bu bölüm, mektubun ilk
ana eksenini oluşturmaktadır. Bu bölümde öncelikle alınan mağlubiyetle
birlikte büyük bir hayal kırıklığı yaşandığının altı çizilmektedir. Mağlubiyetin
yol açtığı hayal kırıklığının Akşemseddin’e göre, üç yansımasını tespit etmek
mümkündür. Bunlardan ilki, yaşanan mağlubiyet düşmanın sevinmesine
(şamata yapmasına) yol açmıştır. Diğer tespit doğrudan padişahla ilgilidir.
Ortaya çıkan bu durum üzerine padişahın verdiği kararın (bu karardan kasıt
İstanbul’un fethine yönelik alınan karardır) noksan düşünce ile verilmiş
olduğu ve bu kararı hayata geçirme noktasında hükmünü yürütemediği ifade
edilmiştir. Akşemseddin bu tespitiyle yaşanan mağlubiyet sonrası padişah
hakkında gündeme gelen eleştirilere işaret etmektedir. Bu eleştirilerin odak
noktasını, genç padişahın fetih kararını alırken ve bu kararı aldıktan sonra da
uygularken gösterdiği basiretsizlik oluşturmaktadır. Son tespit
Akşemseddin’in kendisiyle ilgilidir. Bu mağlubiyet ile etmiş olduğu duanın
kabul olmadığı ve buna bağlı olarak fetihle ilgili verdiği müjdenin itibarını
kaybettiği yönünde dedikoduların ortaya çıktığı dile getirilmektedir (İnalcık,
2010:51-58). Enisi’nin Manakib’inde bu tespiti teyit eder tarzda yer alan
kayda göre, bu olaydan sonra ulema ve yönetici sınıfından ileri gelenlerin
padişaha gelerek bir sufinin sözüyle bu kadar askerin helak olduğunu ve artık
fetih imkanının kalmadığını ileri sürerek kuşatmanın kaldırılmasını teklif
ettikleri belirtilmektedir (Enisi’den aktaran Yurd ve Kaçalin, 1994:134).
Mağlubiyet sonrası durumun değerlendirilmesinin ardından bu durum üzerine
ne yapılması gerektiği sorusuna verilen cevaplar, Akşemseddin’in
mektubunun diğer ana eksenini oluşturmaktadır.
Mektubun bu bölümünü iki alt başlık üzerinden analiz etmek
mümkündür. İlk başlık çerçevesinde Akşemseddin ana hatlarıyla maddi
planda ne yapılması gerektiğini ve ikinci başlıkta ise dini referanslarla fethin
gerçekleşeceğine dair düşüncelerini ortaya koymaktadır. Akşemseddin’e göre,
öncelikle bu olayın görmezden gelinmemesi gerekmektedir. Ardından
mağlubiyetin sebepleri detaylı bir şekilde araştırılmalı ve bu olayın
sorumluları6
tespit edilerek ağır bir şekilde cezalandırılmalıdır. Akşemseddin,
cezalandırma işleminin ciddiyetine dikkat çekmekte ve bu işlemin merhameti
az olan bir kişi tarafından yerine getirilmesi gerektiğinin altını çizmektedir.
Akşemseddin’e göre, cezalandırma işlemi layıkıyla yapılmadığı takdirde
muhtemel bir genel hücümda surların hendeklerinin düşman tarafından
doldurulması karşısında askerler gevşek davranabilir ve bu da büyük
tehlikelere yol açabilir. Cezalandırma ile ilgili olarak Akşemseddin tarafından
dile getirilen bir diğer husus da oldukça ilginçtir. Gevşek davranma
potansiyeline işaret ettiği askerlerinin çoğunun yasak müslümanı (devşirme
usulü ile sonradan müslüman yapılan askerler kastedilmektedir) olduğundan
bahisle Akşemseddin, bunların çoğunun ganimet için savaştığına içlerinde
Allah için savaşanın oldukça az olduğuna dikkat çekmiştir (İnalcık, 2010:51-
58). Bu tespit, Akşemseddin’in gözlemci yönünü ortaya koyduğu gibi aynı
zamanda bunun son büyük hücum öncesinde yağmaya izin verilen kararın
alınmasında da etkide bulunduğu ileri sürülebilir.
Mağlubiyetin yarattığı hayal kırıklığının ve ümitsizliğin dağılması
için maddi planda ne yapılması gerektiğini ortaya koyan Akşemseddin,
mektubunun ilerleyen satırlarında dini referanslarla fethin gerçekleşeceğine
dair düşüncelerini dile getirmiştir. Mağlubiyetin hayal kırıklığı ile otururken
tefe’ül ettiğinden7 bahisle Akşemseddin, denk gelen ayetin yorumundan fetih
için harekete geçmeyenlerin kalplerinde müslüman sayılmayacakları
yorumunda bulunmuş ve buradan hareketle işi (fetih için gösterilen gayret
kastedilmektedir) şiddetlendirmenin gerektiğini ifade etmiştir. Ardından son
karar mercinin Allah olmasına rağmen, kulun da tedbirini alması gerektiğini
peygambere atıfla dile getirerek fetih için azami derecede gayret gösterilmesi
gerektiğinin altını çizmiştir. Tefe’ül hadisesinin ardından uykuya daldığını
belirten Akşemseddin, uzun bir süreden sonra Allah tarafından
lütuflandırıldığını ve çeşitli müjdelerin kendisine haber verildiğini ifade
ederek mektubunu sonlandırmıştır (İnalcık, 2010:51-58). Akşemseddin’in
mektubun bu bölümüyle, donanmanın mağlubiyeti üzerine morali bozulan ve
ümitsizliğe kapılma ihtimali olan padişahın fethe olan inancını tazelemeyi
amaçladığını ileri sürmek mümkündür.
Fetihle sonuçlanacak son hücum öncesi II. Mehmet bir harp meclisi
toplamıştır. Bu toplantıda Papa tarafından da desteklenen Venedik
donanmasının Ege Denizi’ne varmış olması ve Macar kralının ordusuyla
birlikte Tuna nehrini aşmak üzere olduğu haberleri karşısında ne yapılması
gerektiği konusu tartışılmıştır (Uzunçarşılı, 2015:484-485). Çandarlı Halil
Paşa, Balkanlardan gelen büyük bir Haçlı ordusu tehlikesi karşısında
kuşatmanın derhal kaldırılması gerektiğini ifade ederken, Zağanos Paşa bu
fikre şiddetle karşı çıkmış ve son bir hücum ile düşman yetişene kadar şehrin
fethedilebileceğini savunmuştur (İnalcık, 1987:129-130). Zağanos Paşa’yı
destekleyenler arasında Şahabeddin Şahin Paşa ile beraber Akşemseddin de
görülmektedir. Dolayısıyla, Akşemseddin Çandarlı kliğinin kuşatmanın
kaldırılması yönündeki sert muhalefeti karşısında başını padişahın çektiği
kliğin yanında yer alarak genel hücum kararının alınmasında etkili olmuştur.
Neticede, 28 Mayıs’ı 29 Mayıs’a bağlayan gece başlayan hücum sonunda 29
Mayıs sabah saatlerinde şehir ele geçirilmiştir.
Fethi takip eden süreçte yaşanan olaylar fetih süresince birbirine rakip
konumda olan iki kliğin varlığını doğrulamaktadır. Fetihten bir gün sonra
Çandarlı Halil Paşa tutuklanmış ve bir süre sonra da idam edilmiştir (İnalcık,
2014:135-136). Dolayısıyla, Fatih Sultan Mehmet rakipsiz bir şekilde devlet
yönetimi üzerinde kendi otoritesini tesis etme imkanına kavuşmuştur. Fetihten
sonra camiye çevrilen Ayasofya’da kılınan ilk cuma namazının hutbesini
okuyan Akşemseddin, İstanbul’da kısa bir süre kaldıktan sonra Göynük’e
dönmüştür (Yurd ve Kaçalin, 1994: 31)
Akşemseddin’in fetih sonrasında İstanbul’u terk etmesine ilişkin
olarak birbirine zıt iki görüş bulunmaktadır. İnalcık tarafından gündeme
getirilen ilk görüşe göre, Fatih kendisini tebrike gelen ulemaya şehri kılıcının
gücüyle aldığını ve fetih sırasında hiç yardımlarını görmediğini ifade etmiştir.
Bu hitaba muhatap olanlar arasında Akşemseddin de yer almaktadır. Yaşanan
bu olayın ardından Fatih’in verdiği hediyeleri de kabul etmeyerek Göynük’e
dönmüştür (İnalcık, 2010:58).8 Diğer bir görüşe göre ise, padişahın fetih
sırasında Akşemseddin ile artan yakınlaşmasına bağlı olarak tasavvufa olan
ilgisi artmış ve fethin akabinde padişahlığı bırakıp Akşemseddin’e
bağlanmaya niyetlenmiştir (Bardakçı, 1997:152-153). Böyle bir durumun
devlet yönetimi açısından doğrucağı sıkıntıları gören Akşemseddin ise buna
izin vermediği gibi Fatih’in devlet işlerine odaklanmasını sağlamak adına
İstanbul’u terk etmiştir (Ayverdi, 2006:110-111). Hangi nedenle olduğu
bilinmemekle beraber Akşemseddin, fetihten kısa bir süre sonra İstanbul’dan
ayrılmıştır ancak Fatihle irtibatını koparmamıştır. Bu bilgiye de Enisi’nin
Manakib-i Akşemseddin adlı eserinden ulaşılmaktadır. Ölümüne kadar geçen
süre zarfında İstanbul ve Edirne’de padişahı ziyaret eden Akşemseddin’in
Göynük’ten Fatih’e gönderdiği bir mektup da kayıtlarda yer almaktadır.
SONUÇ
Barkan Anadolu’nun iskan ve kolonizasyonunda yer alan dervişlerin
son zamanların dilenci dervişleri ile karıştırılmaması gerektiğin
e dikkat
çekmektedir (Barkan, 2002:36). Akşemseddin’in yaşamı da bu tespiti doğrular
niteliktedir. Hacı Bayram’ın yanından ayrılmasını takip eden dönemde
sırasıyla Beypazarı, İskilip-Evlek ve Göynük’e gitmiş ve her gittiği yerde
camiyle birlikte bir de değirmen inşa etmiştir (Bardakçı, 1997:151). Değirmen
inşası gündelik hayatın dışında kalmama iradesini simgelemektedir. Öte
yandan, bu dervişler Selçuklulardan itibaren Anadolu’yu hedef alan göç
hareketinin itici unsuru olmuşlardır. Bu göç hareketinin yönü daima Batı
olmuş ve Osmanlılarla birlikte yeni hedef Rumeli toprakları olmuştur. Burada
dikkat çekilmek istenen nokta, göç hareketinin itici unsuru konumunda olan
dervişlerin sahip oldukları gaza ve fütühat anlayışıdır. Fetih sürecinde yapıp
ettikleriyle Akşemseddin’in de bu anlayışa sahip olduğunu ileri sürmek yanlış
olmayacaktır.
Akşemseddin’in fetih sürecindeki rolüne dair çalışma boyunca
yapılan analizler, onu bu süreçte doğaüstü bir konuma yerleştiren açıklamalara
alternatif üretmek için gerekli zemini sunmaktadır. İstanbul’un fethi üzerinde
devlet yönetiminde yaşanan ayrılık ve bu ayrılığın yol açtığı iktidar
mücadelesi üzerinde durulmuştu. Akşemseddin de kendisini buraya taşıyan
ilişkiler ağının içeriğine uygun bir tercihte bulunmuş ve Çandarlı Halil Paşa
kliği karşısında, liderliğini genç padişahın yaptığı fethi savunan kliğin
içerisinde yer almıştır. Akşemseddin’in fetih öncesinde ve sırasında yaptıkları
içinde bulunduğun kliğin aktif bir figürü olduğunu göstermektedir. Gerek fetih
öncesinde toplanan mecliste sergilediği tavır gerekse kuşatma sırasında
donanmanın aldığı mağlubiyet üzerine padişaha gönderdiği mektupta dile
getirilen düşünceler, tespitimizi doğrular niteliktedir. Akşemseddin, her iki
olayda da dini referanslara gönderme yapmış olsa da arka planda siyasi
kaygıları görmek mümkündür. Bu siyasi kaygılar en açık şekilde donanmanın
aldığı mağlubiyet üzerine yazılan mektupta görülmektedir. İnalcık’a göre, bu
mektupta yenilginin sorumluları olarak doğrudan Çandarlı kliğine
göndermede bulunulmaktadır (İnalcık, 1987:54).
Akşemseddin’in fetih sürecinde yapıp ettikleri siyaset ve tasavvuf
kurumları arasındaki yakın ilişkinin ötesinde iki kurum arasındaki içiçeliği
gözler önüne sermektedir. Bu bağlamda Akşemseddin’in, İstanbul’un fethini
hem devletin bekası hem de mutlak iktidarı için bir araç olarak gören genç
padişahın siyasi ekibinin önde gelen üyelerinden biri olarak değerlendirilmesi
çalışmada benimsenen yaklaşım uyarınca yapılan analizlerin sonucu olarak
önerilmektedir.
Fatih Sultan Mehmet’in hocası olan ve 1459 yılında vefat eden Akşemsettin’in türbesi, Göynük ilçesinde Gazi Süleyman Paşa Camii’nin avlusunda bulunur. Osmanlı ilim dünyasının bu büyük şahsiyeti adına 1464 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan türbe, altıgen planlı olup, küfeki taşından inşa edilmiştir. Türbe içerisinde bulunan, ceviz ağacından yapılmış olan sanduka, ahşap işçiliğinin çok değerli bir örneğidir.
Her sene geleneksel olarak 1988 yılından bu yana İstanbul’un fetih kutlamalarından 1 hafta önce Bolu Göynük ilçesinde bulunan Gazi Süleyman Paşa Camii haziresindeki türbesi başında Akşemseddin Hz. anma törenleri düzenlenmektedir.
Derleyen Mehmet YAVUZ